GÜNÜN HADİSLERİ BURDA PAYLAŞILMAKTADIR
H A D İ S – S Ü N N E T
Güzel dinimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in
Sünneti’dir.
Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı
demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak tanıdı.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde
anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı.
Daha ilk halîfe Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Hz. Peygamber’in izniyle
kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve
yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve
özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu
yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.
A. Tarifler
l. Hadis
Hadisin terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını görüp de reddetmediği davranışlar (takrir)
ve onun yaratılışı veya huyu ile ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz. Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak
onu rivâyet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin’den
meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır. Ancak Riyâzü’s-sâlihîn’de
hadis metinlerinin kolay okunup öğrenilmesi için sahâbî dışındaki râviler yâni sened kısmı müellif tarafından
çıkarılmıştır.
Hadis İlmi iki ana bölüme ayrılır:
a. Rivâyetü’l-hadîs ilmi. Hz.Peygamber’in sözü, fiili,takriri, halleri ve bunların rivayet ve zabt edilişi ile alâkalı
bir bilim dalıdır. Hadis metinlerini ihtiva eden kitaplar, bu dala ait kaynaklardır. Bu ilim dalı “hadis naklinde hatadan
uzak kalma” temeli üzerinde yapılmış çalışmaları yansıtır.
b. Dirâyetü’l-hadîs ilmi. Hadis Istılahları İlmi diye de anılır. Hadisin yapısını meydana getiren sened ve metni
anlamaya imkân veren birtakım kaideler ilmidir. Bu kaideler yardımıyla bir hadisi kabul veya reddetmek mümkün
olur. Hadis usûlü ile ilgili eserler bu ilmin kaynaklarıdır.
Bu ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan, değiştirilmekten, bozulmaktan
ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup
olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır.
Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve doğru olmayanlarından ayırmaktır. Bir
başka ifade ile Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü ona söyletmemek, yapmadığı bir işi ona yaptırmamak, yani
sünneti aslî berraklığı içinde korumaktır.
Her iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeme dikkati” ve “tebliğ
görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk ve en değerli gayret, sevgili
Peygamberimiz’in en hayırlı nesil olarak takdir ve takdim buyurduğu ashâb-ı kirâm’a aittir. Rivayetü’l-hadîs
ilminin kurucuları oldukları gibi, dirâyetü’l-hadîs ilminin temellerini atanlar da onlardır. Allah kendilerinden razı
olsun.
Ashâb, sahâbî kelimesinin çoğuludur. Sahâbî, müslüman olarak Hz. Peygamber’i gören ve o iman üzere ölen
kimseye denir. Herhangi bir sahâbî ile görüşme imkânı bulan kimseye de tâbiî adı verilir.
- Sünnet
Sünnet, sözlükte yol demektir. Yolun iyisine de kötüsüne de sünnet denir. Yalın halde söylendiği zaman “güzel
yol” anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime, devamlı âdet, kâinâtın düzeninde geçerli olan tabiî kanunlar,
gidilen yol gibi anlamlarda kullanılır. Bir de sünnetullah terimi vardır. Bu, Allah’ın koyduğu kurallar, toplumların
hayatlarında görülen ilerleme, gerileme ve hatta yok olmada geçerli olan ilâhî kanunlar demektir.
Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu
anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece
yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti..”(Mâlik, Muvatta’, Kader 3) hadisinde bu anlam açıkca
görülmektedir. Hz. Peygamber’e nisbet edilen her şeyin yazılı metni mânasında hadis, günümüzde sünnet yerine de
kullanılmaktadır. Artık bugün hadis deyince sünnet, sünnet deyince hadis anlaşılmaktadır. Sünnetin çoğulu sünen
olduğu gibi Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait hadisleri içeren kitaplardan bir kısmının adı da Sünen’dir.
Başlangıçta hadisin, Hz. Peygamber’in sözlerini, sünnetin ise, fiil ve uygulamalarını ifade etmek için
kullanılması, hadisi sünnetten ayrı düşünmek için yeterli değildir. Bu birlik, sünnete, kendine ait olmayan bir unsuru
yamamak, ona kendisinden olmayan bir şeyi katmak mânasına asla gelmez. Bu yöndeki müsteşrik iddialarına kulak
asmamak gerekir. Zaten sünnet, hadis kitaplarında gördüğümüz hadis metinleri değil, onların ifade ettiği mânalardır.
Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir. Kur’an, okunan
vahiy; sünnet, rivayet olunan vahiy (Şâfiî, Risâle, s. 91-92); hadis ise, “rivayet edilen sünnet” (Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 35-
38; Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, s. 2) demektir.
Hadis kitaplarımız, rivayet olunan vahiy demek olan sünnetin yazılı belgeleri ile doludur. Bu belgelerin
niteliklerine göre farklı ve özel terimlerle ifade edilmesi ve değişik hükümlere bağlanması ilmî bir meseledir. Bu
nitelikleri ve terimleri Hadis Usûlü İlmi tayin ve tesbit etmektedir.
B. Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç
Yüce yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine
rağmen insan, ilâhî hitâba doğrudan muhâtap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının
başladığı günden beri, Allah Teâlâ, onların arasından seçtiği “Nebî” veya “Resûl” denilen peygamberleri kendisiyle
kulları arasındaki irtibâtı kurmak ve açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu
göstermekle görevlendirilmiş hidâyet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine
getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem de ümmetine
Allah Teâlâ’nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak vermiştir. Her peygamber gibi
bizim peygamberimizin de iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş
olursun” [Mâide sûresi (5), 67].
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkca anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik” [Nahl sûresi (16), 44].
Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, görevi gereği, insanlara sadece
ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun
aslî göreviydi. Hemen işâret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona
uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet, Kur’ân’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından
yorumlanması demek oluyordu.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in eksiksiz, yeterli, açık ve her şeyi açıklayıcı olmasına ve dinimizin de
ikmal edilmiş bulunmasına rağmen, sünnetin ifade ettiği bir yorum ve anlatıma gerçekten ihtiyaç var mıdır, şeklinde
bir soru aklımıza takılabilir. Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır.
Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu tek tek
doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak
gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak
ihtiyacında ise, ona onu anlatmak lâzımdır. En iyi, en güzel, en doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Kur’an
âyetlerini getirip tebliğ eden Peygamber yapacaktır. Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik,
yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu
açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir müslümanlık
düşünmek mümkün değildir.
Hayatın ilâhî irâde doğrultusunda şekillenmesi konusunda Sünnet, Kur’an ile birlikte hemen onun yanıbaşında
birinci dereceden bir görev üstlenmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunu hem Peygamber’e itaatı emreden
Kur’ân-ı Kerîm, hem de Hz. Peygamber’in bizzat kendisi ifade ve ilân etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!” [Haşr sûresi (59), 7].
“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” [Âl-i İmrân sûresi (3),
31].
“Allah’a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” [Ahzâb sûresi
(33), 21].
“Allah’a ve Resûlü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ
sûresi (4), 59].
“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü,
içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar” [Nisâ sûresi (4), 65].
“Gerçekten sen, doğru yola, Allah’ın yoluna çağırıyorsun” [Şûra sûresi (42), 52].
“Peygamber’in emrine muhâlefet edenler, fitneye ya da can yakıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler” [Nûr sûresi
(24), 63].
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ sûresi (4), 80].
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“…Kim benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).
“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer
terkiyle ortadan kalkar” (Dârimî, Mukaddime 16).
Bütün bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle
İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir. Zira açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak
boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri
olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir. Muhtelif kıta ve
iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri,
sünnetin belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği sayesinde olmuştur. Açıkca söyleyecek
olursak, ümmet sünnetle vardır, onunla yaşar. Yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.
C. Sünnetle İlgili Bazı Meseleler - Sünnetin Kaynağı
Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy)
denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy
niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.
Hz. Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet)
denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün
olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber’de,
meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek
sayesinde Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve
uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan
kaynaklanmaktadır.
Hz. Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur’an-ı Kerîm değişik
kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve
terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı niteliğindeki açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim
altındaki nebevî akıldan doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri
gelmektedir. - Sünnetin Dindeki Yeri
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil
ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah
Resûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.” Şer’î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde “peygamberlik”
kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar,
Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin
ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması arasında hiç bir
fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta
farklı hükümlere bağlansa bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet” kavramı ve kapsamı
içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik,
kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.
Yalnız burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet” kavramından ayrı düşünmek
isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını,
sözlerinin o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani “sünnet”’in dinde delil
olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap,
lafız olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin
benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı
zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
Kur’an’da sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir
delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin
delilliğini gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Diğer taraftan Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan
korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yek diğerini desteklemekte ve
doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.
İmam Şâfiî’nin ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği
içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde
bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lâzım gelir. Biri
sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî
araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır.
Sünnet, Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir, teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir
beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol
bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın
şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân 19-22) hadisi, -uygulamaya
yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir. Yine “Mallarınızı aranızda
haksız sebeplerle yemeyin…” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı
bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.
Burada akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade eder mi? şeklinde bir soru
takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele
alınmalıdır. Kur’an için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi elbette büyük bir
anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul
edilmelidir.
Tefsir veya beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle,
kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak
hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ
namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin
için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile
gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..”
[En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya
koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet Kitab’ın açıklayıcısıdır”
denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit
edilmiştir.
Sünnetin bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz
konusu değildir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu
konu âlimler tarafından tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in
kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm
koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın.
Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer
konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah
tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
Bir kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine Allah Teâlâ tarafından
konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber’in tek başına ortaya
koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa
kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden ayrılmaktadırlar.
İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.
Kitap’ta olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir.
Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kitap üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir: - O konu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ortaya konulmamış olur.
- Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin mütevâtir olması halinde bu ihtimal
düşünülebilir) - Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.
Bu demektir ki, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) veya bir
konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
a. Kitab’ın (yani âyetin) beyânı.
b. Kitab’ın bir açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen) açıklaması.
Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer
yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyân etmiş olur. Meselâ “Bunların
dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Kadının,
halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram
olur” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur. Bu şu demektir: Âyetteki “bunların dışında kalanlar” ifadesinden
maksat, dışda kalanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat
hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin
o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani
muhassıs hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya
koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere iki
yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık
kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil
teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf’a, lukata,
içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir hükmün tebliği
konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş
olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından
farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile,
o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları
arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine
kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu değildir. Zira
“Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir” [Enbiyâ sûresi (21), 23].